savunmahavacılıkteknolojipolitikaanalizmevduatkriptosağlıkkoronavirüsenflasyonemeklilikötvdövizakpchpmhp
DOLAR
32,3171
EURO
35,0910
ALTIN
2.299,97
BIST
9.050,08
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Ankara
Az Bulutlu
21°C
Ankara
21°C
Az Bulutlu
Cuma Parçalı Bulutlu
23°C
Cumartesi Açık
24°C
Pazar Açık
24°C
Pazartesi Az Bulutlu
25°C

28 ŞUBAT’LA İLGİLİ 9 İDDİA – 9 YANIT

28 ŞUBAT’LA İLGİLİ 9 İDDİA – 9 YANIT

28 ŞUBAT’LA İLGİLİ 9 İDDİA – 9 YANIT

 

 

    Şubat ayı yaklaşıyor…

               Bu ay içinde de yine hiç kuşkusuz bazı çevreler 28 Şubat 1997’deki MGK toplantısını ve kararlarını gündeme getirerek, dillerine sakız ettikleri “darbe” iddialarıyla başta lâiklik ilkesi olmak üzere Cumhuriyetin temel değerlerinden yana olan kesimlere kin ve nefretlerini kusacaklardır.

                Zira 28 Şubat meselesi son 20 yıldır en çok nemalandıkları konulardan biri…

               Onların asılsız iddiaları ne yazık ki bugüne kadar genellikle suskunlukla geçiştirildi veya “ürkek yanıtlar” olarak kaldı; etraflı yanıtların ise üzeri örtüldü, bir tür sansür uygulanarak topluma ulaştırılmadı. Böylece 28 Şubat’tan nemalanan “yandaş” gruplar tek yanlı, asılsız ama etkili iddialarıyla toplumu istedikleri biçimde yönlendirip şekillendirmede hiç güçlük çekmediler. İşin kötüsü, propagandalardan etkilenenler arasında “aydın” geçinen demokratlar, sosyal demokratlar, sosyalistler vs. de var.

               Şimdi 28 Şubat’ın yıl dönümü yaklaşırken bu yazımızda “dinci – İslâmcı” çevrelerin 28 Şubat sürecine ilişkin bazı iddialarını ele alıp yanıtlayacağız. Yalnız “dinci – İslâmcı” deyince de hemen altını çizeyim ki, bu kavramla asla “dindar – mütedeyyin kesimler”i kastetmiyoruz; “dinci – İslâmcı” kavramıyla yüce dinimizi sosyal, siyasal, ekonomik vs. her anlamda sömürerek bir çıkar aracı haline getirenleri, onu inanç ekseninden çıkarıp bir ideoloji haline getirenleri, sonra da siyaseten oy devşirmeye kalkanları kastediyoruz. 

               Yine yazımıza başlarken vurgulamalıyım ki aşağıda yazacaklarım, söyleyeceklerim işkembe-i kübradan atarak, sırf kafa karışıklığı yaratmak amacıyla söylenmiş laflar olmayacaktır. Aksine, TSK üzerinde oynanan bütün FETÖ tezgâhları gibi tam bir FETÖ kumpası olan 28 Şubat davasında hiçbir ilgim olmamasına rağmen ilk dalgada gözaltına alınan; en azılı teröristler ve caniler için yapılan Sincan F Tipi Cezaevinde 14 ay kalan; 02 Eylül 2013’te başlayıp 13 Nisan 2018’e kadar tam 5,5 yıl süren 106 duruşmanın 105’ine katılan; duruşmalar boyunca mahkemeye gelip ifade veren REFAHYOL döneminin Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Tansu ÇİLLER, İçişleri Bakanı Meral AKŞENER, Milli Savunma Bakanı Turhan TAYAN, Adalet Bakanı Şevket KAZAN, DYP’li bakanlar Köksal TOPTAN ve Hasan EKİNCİ, bir sonraki hükümetin Başbakanı Mesut YILMAZ vb. pek çok üst düzey siyasinin mahkemedeki ifadelerinin de yakın tanığı olan, dolayısıyla mahkemede neler olup bittiğini çok yakından bilen bir “sanık” olarak iddiaları yanıtlayacağım.

             Dolayısıyla 28 Şubat kumpas davasının tek bir duruşmasına bile gelmeyip, buna karşılık bütün işi kamuoyunu maniple etmek olan gazetecilerden, medya mensuplarından farklı bilgiler vereceğim. 

             Bu bağlamda, gelin şimdi AKP “yandaşı” bazı kesimlerin 28 Şubat konusundaki iddialarını inceleyelim ve o iddiaların ne kadarı gerçek ne kadarı gerçekdışı, bir bakalım.

 

İDDİA – 1.      28 ŞUBAT MGK TOPLANTISINDA ASKERLERİN SİVİLLERE BASKI YAPTIĞI ve MEŞHUR 28 ŞUBAT KARARLARININ ERBAKAN’A ZORLA İMZALATILDIĞI…

               İşte temcit pilavı gibi ısıtılarak vatandaşın önüne konan, fakat baştan aşağı gerçek dışı, tepeden tırnağa hayal ürünü bir iddia…

              Yukarıda da değindiğim gibi, 106 duruşma sırasında pek çok siyasetçi mahkemeye gelip mağdur ya da tanık olarak ifade verdi. Bunlar arasında üç kişi 28 Şubat 1997 tarihinde yapılan MGK Genel Kuruluna bizzat katılan Başbakan Yrdc. ve Dış İşl.Bak. Tansu Çiller, İçişleri Bakanı Meral Akşener, MSB Turhan Tayan’dı. O toplantıda askerlerin sivil zevata baskı yapıp yapmadığı hususunu belki de en çok mahkeme heyeti merak ediyordu tabii… Nitekim bu kişilere ilk sorulan sorulardan biri “MGK’da kararlar alınırken askerlerin size bir baskısı, zorlaması, tehdidi vb. oldu mu?” sorusuydu. Şimdi DİKKAT! Hepsinin verdiği ortak yanıt “Hayır olmadı, bir nezaketsizlik de yaşanmadı” şeklindeydi. Hatta Çiller bu soruya “Kimin haddine?” diye sert bir yanıt da verdi. O toplantıya katılan ve sanıklar arasında bulunan dönemin MGK Genel Sekreteri (E) Org.İlhan KILIÇ, “Orası devletin en yüksek kurumudur. Toplantının başkanlığını cumhurbaşkanı yapar. Orada değil baskı yapmak, en küçük bir nezaketsizlik bile olmaz. Katılanlar arasında tartışma bile olmaz. Çünkü konuşmak isteyenlere Sayın Cumhurbaşkanı söz verir ve sözü alan kişi de cümlelerine “Sayın Cumhurbaşkanım!” hitabıyla başlar. Yani birbirine laf atılmaz.” diye anlattı.

              Neticede o meşhur MGK toplantısında askerlerin Hükûmet üyelerine hiçbir baskısı, zorlaması, nezaketsizliğinin olmadığı mahkemede çok net biçimde ortaya çıktı.

             Elbette MGK’da alınan kararlar yasa gereği Hükûmete tavsiye edilecektir. Öyle de olmuştur. Alınan 4 maddelik “406 Sayılı Karar” ve ekindeki 18 maddelik REJİM ALEYHTARI İRTİCAİ FAALİYETLERE KARŞI ALINMASI GEREKEN TEDBİRLER başlıklı önlemler paketi 13 Mart 1997’de Başbakan Erbakan başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu‘nda görüşülmüştür. O görüşme tutanakları da MGK’da askerlerin bir baskısı olup olmadığının anlaşılması bakımından çok önemliydi. Biz sanıklar Bakanlar Kurulu tutanaklarını talep ettik; ancak tutanaklar “GİZLİ” olduğu gerekçesiyle mahkemeye gönderilmedi. Bunun üzerine mahkeme heyetinden bir naip hâkim Meclis’e gidip 28 Şubat MGK Kararlarıyla ilgili Bakanlar Kurulu tutanaklarını yerinde inceledi ve 4 sayfalık bir rapor hazırladı. Rapor mahkemeye sunuldu. İncelenen tutanaklarda, MGK Kararları alınırken en küçük bir baskı, tehdit, zorlama gibi durum yaşanmadığı çok net olarak görüldü. Dahası, kararlara da hiçbir itiraz olmadığı; tam tersine, Başbakan Erbakan ve Yardımcısı Tansu Çiller’in Bakanlar Kurulu’nda kararları aynen savundukları da anlaşıldı. Toplantıda bizzat Erbakan kümet irticayı önlemek için kesinlikle kararlı ve inançlıdır, Milli Güvenlik Kurulu‘nda da bu konu görüşülürken bir ve beraberlik içinde bulunduğu müşahede edilmiştir” demektedir.

               Nitekim Bakanlar Kurulu’nun ertesi günü (14 Mart 1997) Başbakan Erbakan bütün bakanlıklara bir “Hükûmet (Başbakanlık) Direktifi” göndererek 28 Şubat kararlarının titizlikle dikkate alınıp uygulanmasını, bir aksaklık çıkması halinde Başbakanlığa bilgi verilmesini emretmiştir

                Dolayısıyla “Efendim, MGK Toplantısında Erbakan o kararlara çok direndi, itiraz etti, karşı çıktı, ama askerlerin darbe tehdidi karşısında sırf demokrasi zarar görmesin diye o kararları imzaladı” şeklindeki söylemlerin belli çevrelerce uydurulan bir “şehir efsanesi” olduğu hiçbir kuşkuya yer olmayacak biçimde mahkemede ortaya çıkmıştır.

               Nitekim 28 Şubat davası gerekçeli kararında da MGK’da hükûmet üyelerine bir baskı yapıldığına ilişkin hiçbir ifade, hiçbir suçlama yoktur, konamamıştır. 

 

İDDİA – 2.      ERBAKAN’IN ASKERLERİN ZORLAMASIYLA İSTİFA ETTİĞİ…

 

              Yukarıda Hükûmetin tek bir itiraz bile olmadan 28 Şubat MGK kararlarını benimsediğini ve kararların uygulanması için Hükûmet Direktifi yayınlandığından söz etmiştik. Şimdi soruyorum: Eğer Erbakan isteksiz ise Bakanlar Kurulu toplantısında buna niye karşı çıkmadı? Bakanlar Kurulu toplantısında da askerler mi vardı? Niye o toplantıda Erbakan’ın (ya da hiç olmazsa RP’li bakanlardan birinin) “bu kararlar bizim siyasî anlayışımızı aşar, kabul etmiyoruz” kabilinden tek bir sözü ya da itirazı yok? Ama iddiaların tam aksine “MGK’da bütün konularda tam bir görüş birliği içinde olduğumuzu gördük; hükûmetiyle, askeriyle devletin zirvesi birlik ve beraberlik içindedir. Bildiride de her şey çok mükemmel bir şekilde ortaya konmuştur.” diye yaptığı açıklaması var.    

               Mamafih varsayalım ki Erbakan kararları uygulatmakta isteksizdi… Ama o kararların arkasında aynı zamanda hükümet ortağı Çiller vardı ve kararların aynen uygulanmasını istiyordu. Dolayısıyla sorun askerlerle hükûmetin değil, iki siyasi parti arasındaki sorundu(r).

               Öte yandan yine varsayalım ki siyasi iktidar ile askerî bürokrasi arasında bir sürtüşme olsun…  Yani komutanlar Erbakan’ın yaklaşımlarını beğenmiyor ya da onaylamıyor olsun… (Bu elbette ki istifa nedeni sayılamaz.) Ancak iyi de, Erbakan’ın istifasında askerlerin rolünü ya da askerlerle hükûmet arasında gerginlik durumunu gösteren tek bir söz var mı? Merhum Erbakan’ın “Ben 28 Şubat kararlarını uygulamak istemiyordum, ama askerlerin baskısıyla istifa etmek durumunda kaldım” anlamına gelecek tek bir sözü ya da – sözünden vaz geçtim – en küçük bir iması dahi gösterilebilir mi? Ne diyor istifa mektubunda:

 

“Refah Partisi ile Doğru Yol Partisi arasındaki koalisyon protokolüne uygun olarak, bir yıllık süreden sonra başbakanlığın Doğru Yol Partisine geçebilmesi için, yapmış olduğumuz taahhüde ve iki parti arasındaki mutabakata uymak üzere başbakanlık görevimden istifa ediyorum” diyor…

               Üstelik bu istifa mektubunu 3 gün sonra Çiller ve merhum BBP Gn.Bşk. Muhsin YAZICIOĞLU ile birlikte TBMM’de yaptıkları basın toplantısında onlarca medya mensubunun önünde okuyor ve şunu ekliyor:

“Sayın Demirel kendisinden beklemediğimiz yanlış mütalâalar, mülâhazalar serdetmiştir. Bunların başında, efendim ülkede bir gerginlik varmış da hükûmet bunun için istifa etmişmiş... Hayır! İşte bizim istifa mektubumuz apaçık ortada… Başarılı bir hükûmet, sadece ahde vefa örneği gösteriyor, protokolünün gereği olarak en güzel bir ahlâk örneği gösteriyor. Bu, siyasi tarihimize böyle geçecek! Bütün milletimizin kalbini fetheden bir güzel olaydır. Bundan 70 milyon hepimiz iftihar etmeliyiz ve ediyoruz 70 milyon olarak… ‘Ne güzel yöneticilerimiz var, ne kadar güvenilir insanlar, bir yıl önce verdikleri sözü nasıl günü geldiği zaman tutuyorlar…’ Bunun en güzel örneği verilmiştir.”

               Hani, nerede burada askerler? Nerede zorlama? “Yahu iki ortak arasında bizim bir protokolümüz vardı, o nedenle istifa ediyoruz, ahde vefa gereği bunu yapıyoruz” diyor.

               Araya bir parantez daha açalım: Merhum Erbakan ne o günlerde ne de vefat etiği 2011 yılına kadar geçen 14 yıl boyunca hiçbir yerde askerleri suçlamamış, askerlerin baskısı ile istifa ettiğini söylememiştir.

               Her şey apaçık ortadayken birileri hâlâ askerler darbe yaptı, Erbakan’ı istifa ettirdi diye yazmaktan vaz geçmiyor. Çünkü en büyük gıdaları “mağduriyet edebiyatı” da ondan…

               Tabii burada merhum Cumhurbaşkanı Demirel’in bu konudaki açıklamalarına da değinmekte yarar var. Meclis Darbeleri Araştırma Komisyonuna verdiği ifadede “Erbakan’ın gelip istifa dilekçesini verdiğini, kendisine ‘Niçin ediyorsun, sana istifa et diyen mi oldu?’ diye sorduğunu, ama ‘hayır’ cevabı aldığını” çok açık ve net biçimde belirtiyor.

               Keza bu istifa meselesinde yine de tatmin olmayanlar varsa, o taktirde dönemin RP’li Adalet Bakanı Şevket KAZAN’ın Refah Gerçeği adlı kitabına baksınlar… Ne diyor Sayın Kazan:

54. REFAHYOL Hükûmetinin 18 Haziran 1997 tarihinde istifasından sonra, C.Bşk.S.DEMİREL dahi birçokları bu istifanın koalisyon dışı baskılardan kaynaklandığını zan ve iddia ettiler. Oysa gerçek hiç öyle değildi. Erbakan’ın istifası herhangi bir baskı veya dayatma sonucu değil, tamamen iki parti arasında önceden imzalanan protokol gereğiydi.

               Saadet Partisi’nde Genel Başkanlık yapan Mustafa KAMALAK ise 06.09.2013 tarihinde katıldığı bir televizyon programında, özellikle DYP grubundan istifa eden milletvekillerinin durumunu ima ederek, “Eğer biz görevi kendiliğimizden devretmeyecek olursak yarın muhalefet bir gensoru verir, üç gün sonra da bir gensoruyla düşürülürüz. Şu halde biz dostluk ilişkisine, kardeşlik kurallarına, protokol sözleşmemize bağlı olarak istifa dilekçemizi Cumhurbaşkanına sunalım diye konuştuk” diye açıklama yapmıştır.

               Ve nihayet şunu da soralım: Eğer REFAHYOL Hükûmeti baskıyla, zorlamayla, tehditlerle düşürüldüyse neden o hükûmetin RP’li bakanları dahil üyelerinin hiç biri kalkıp mahkemede sanıklardan şikâyetçi olmadı? Neden hiç bir üye “askerler bana baskı yaptı, onun için istifa ettim” demedi? Mahkeme – yine biz sanıkların talebiyle – partisinden istifa eden milletvekillerine tek tek “Niye istifa ettiniz? İstifanızda birilerinden ya da bir yerlerden baskı, tehdit aldınız mı?” diye sordu, ama tek bir milletvekili dahi tehdit aldığını söylemedi.

               Söylemedi değil, söyleyemedi… Çünkü ortada baskı, zorlama yoktu da ondan. Ha, var olan baskı ve zorlama ise iktidarın eylem ve söylemlerinden rahatsızlık duyan kamuoyundan geliyordu.    

               Velhasıl, bütün bu gerçekler, beyanlar apaçık ortada iken birilerinin ısrarla “askerler Erbakan’ı zorla istifa ettirdi” demelerinin altında bambaşka nedenler yatıyor ki o ayrı bir tartışma konusudur.

 

İDDİA – 3.      REFAH PARTİSİ (RP)’Nİ ASKERLERİN KAPAT(TIR)DIĞI…

 

               RP hakkında açılan kapatma davası REFAHYOL Hükûmeti işbaşında iken 22 Mayıs 1997 tarihinde açılmıştır. Davayı açan da Genelkurmay ya da askeri savcılık değil, dönemin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural SAVAŞ’ın kendisidir.

               RP’ye ilişkin dava dosyası incelendiğinde; Başsavcı Savaş’ın kapatma gerekçesi olarak Erbakan ve RP’li bazı milletvekillerinin “Adil düzen gelecek, tatlı mı olacak kanlı mı olacak”, “Refah bir cihad ordusudur, Refah’a çalışmazsan patates dinindensin”, “ben Hizbullahım, çözüm şeriattır”, “bu lâikler geberecektir”, “kan dökülecek, fıstık gibi olacak” vb. söylem ve eylemlerini gösterdiğini görüyoruz. Ayrıca RP’nin “yurt dışından” yardım aldığına ilişkin bir makbuzun Savcılığa ulaşması ve Erbakan’ın bir Mısır gazetesine verdiği iddia edilen beyanat da kapatma davasında önemli bir faktör olmuştur.

               Yargıtay Cumhuriyet Savcısı Vural Savaş, kendi beyanlarında, davayı açmak için çok sabrettiğini ama dış yardım makbuzu ve Mısır gazetesine verilen demeç konusunda Adalet Bakanlığının soruşturmayı engelleyecek tarzdaki ısrarlı tutumu karşısında daha fazla dayanamadığını belirterek şu hususun altını ısrarla çiziyor:

–  Dava açacağımı son güne kadar hiç kimse bilmiyordu, son gün sadece eşim gördü. Askerlerin bu konuda en küçük bir talebi ya da telkini olmamıştır.

               Evet, RP’nin askerlerin baskısıyla kapatıldığı iddiası da yine mağduriyet sömürüsüne alışkın kesimlerin şehir efsanesidir. Bu konuda bugüne kadar ne 28 Şubat davasında ne TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu’nun raporunda ne de başka yerlerde dosyalara giren tek bir somut bilgi ya da belge yoktur, gösterilememiştir. Bazıları kapatma davasının Genelkurmay’ın yargı mensuplarına verdiği brifinglerden sonra açıldığını söylemektelerse de bu da tamamen gerçek dışı ve saptırma amaçlıdır; zira kapatma davası Genelkurmay brifinglerinden yaklaşık 20 gün önce açılmıştır. (Genelkurmay brifingleri 10-12 Haziran tarihleri arasındadır. Kaldı ki o brifinglerde Refah Partisi’nin adı da hiç geçmemiştir.)

               Duruşmalar sırasında bizzat şahsım bu konu üzerinde durarak RP’yi kapatma davası açan dönemin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural SAVAŞ’ın mahkemeye davet edilmesi ve ifadesine başvurulması için mahkemeye dilekçe ile taleplerde bulundum, ama her seferinde mahkeme reddetti. Hâlbuki Vural Bey dönemin en önemli canlı tanıklarından biriydi, mutlaka dinlenmesi gerekirdi; böylece kimin baskısıyla RP’yi kapatma davası açtığını netlik kazanabilirdi. Dahası, bu konuda usulsüzlük yaptıysa icabında sanık bile yapılabilirdi. Neden dinlenmedi? Neden çağrılmadı?

               Çünkü çağrılsaydı bir şehir efsanesi daha çökecekti de ondan… İlgililer bunu çok iyi biliyorlardı.

               Yukarıda bir nebze değindiğimiz gibi işin bir başka ilginç tarafı, ne iddianamede ne de gerekçeli kararda sanıklar tarafından Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’na baskı yapıldığı ya da telkinde bulunulduğu , o sayede RP’nin kapattırıldığına ilişkin tek bir cümle dahi yok… Sanıklara bu konuda sorulmuş tek bir soru da yok!

               Özetle RP’nin kapatılmasının ne askerlerle ne MGK kararlarıyla ne de 28 Şubat süreciyle en küçük bir ilgisi bile yoktur. Bu husus da tamamen belli çevrelerin uydurması olup, 28 Şubat konusunda kamuoyuna yönelik bir algı operasyonudur.

 

İDDİA – 4.     YILMAZ – ECEVİT – CİNDORUK ÜÇLÜSÜNÜ ASKERLERİN HÜKÛMETE GETİRDİĞİ…

 

               İddialara göre biz askerler REFAHYOL’u yıktıktan sonra Mesut Yılmaz-Bülent Ecevit-Hüsamettin Cindoruk üçlüsünden oluşan ANASOL-D Hükûmetini işbaşına getirmişiz.

              Tamam, peki! Şimdi bu iddiayı savunanlara ben de şu soruları soruyorum: Bu ülkede nasıl iktidar olunacağı yasalarda belli değil mi? Erbakan’ın istifasından sonra Mesut Yılmaz’a hükümeti kurma görevini askerlerden oluşan bir DARBE KONSEYİ mi vermiş? Ya da “hükûmet kurma görevinin Mesut Yılmaz’a verilmesi konusunda Cumhurbaşkanı Demirel’e askerler baskı mı yapmışlar? Tehdit mi etmişler? Oysa ne mahkeme sürecinde ne de başka hiçbir yerde Demirel’e askerlerce baskı yapıldığına ilişkin tek bir somut bilgi ya da iddia yok! Bilakis, Demirel’in beyanları ortada… Ne diyor Meclis Darbeleri Araştırma Komisyonu’na? “Cumhurbaşkanı kimi isterse hükümet kurma görevini ona verir” diyor, “Cumhurbaşkanı bir noter değildir” diyor, “TC’nin kanunları bana Cumhurbaşkanı olarak ne görev vermişse ben onu yaptım, kanunların dışına da asla çıkmadım” diyor.

               Peki, 30 Haziran 1997 tarihinde Mesut Yılmaz başkanlığında ANAP – DSP ve DTP koalisyonu ile kurulan ANASOL-D Hükûmeti’ni askerler mi onaylamış, yoksa bunlar TBMM’de hükûmet programını okuyup milletvekillerinden mi güvenoyu almış? Askerlerin güvenoylamasında milletvekillerinin kafasına silah dayayıp ” bu hükümeti onaylamazsanız gününüzü görürsünüz” gibisinden bir tehdidi, baskısı, şantajı vs. olmuş mu? Yok!

               Peki, ne 28 Şubat iddianamesinde ne de gerekçeli kararda ANASOL-D’nin askerler tarafından kur(dur)ulduğuna ilişkin iddia ya da suçlama var mı? Sanıklara bu konuda bir suç isnat edilmiş mi? O da yok!

               O halde “askerlerin REFAHYOL’u yıktıktan sonra Mesut Yılmaz-Bülent Ecevit-Hüsamettin Cindoruk üçlüsünü hükümete getirdiği” nasıl iddia edilebilir? Edilemez elbette… Ama amaç propaganda ise ve o propagandayla “yandaşları avutmak / uyutmak” hedefleniyorsa her türlü “atış” serbest tabii…

               Şimdi hazır söz REFAHYOL – ANASOL-D değişiminden açılmışken araya bir bilgi daha sıkıştıralım: Demirel 18 Haziran 1997 tarihinde Erbakan’dan istifa mektubunu aldıktan sonra yeni hükûmet kuruluncaya kadar kendisinden görevi sürdürmesini istiyor. Öyle de oluyor. Yani Erbakan’ın başkanlığındaki REFAHYOL Hükûmeti, Mesut YILMAZ’ın ANASOL-D Hükûmetini kurduğu 30 Haziran 1997 tarihine kadar işbaşında kalıyor.

               Hal böyleyken, 28 Şubat’a darbe diyen o malûm çevrelere şunu da soralım: Askerî darbe ile devrilmiş bir başbakan yeni hükümet kurulana kadar – ki bu süre 12 gündür – 12 gün daha iktidarda kalıp görevini sürdürebilir mi? Ortada askerî bir darbe olsa böyle bir durumdan söz etmek mümkün olabilir mi?

 

               Dolayısıyla REFAHYOL’dan sonra ANASOL-D Hükûmetinin askerler tarafından kur(dur)ulduğu konusu da kamuoyu üzerinde yıllardır oynanan manipülasyonların bir parçasıdır.

 

İDDİA – 5.      ASKERLERİN ANASOL-D HÜKÛMETİNE İMAM HATİPLERİ KAPATTIRDIĞI…

 

               28 Şubat dönemine ilişkin bir başka gerçek dışı iddia, sözde Erbakan Hükûmetinden sonra kurulan ANASOL-D Hükûmetine “Kesintisiz 8 yıllık eğitime geçilmeli” diye askerlerin dayattığı ve böylece imam hatiplerin orta kısımlarını kapattırdığı yönünde…  

               Öncelikle şunun altını çizmekte yarar var: Evet, 8 yıllık kesintisiz eğitim uygulamasına geçilmesi 28 Şubat MGK Kararları arasında yer almaktadır ve askerler de 8 yıllık eğitimden yanadır. Ancak REFAHYOL Hükûmeti’nin MGK kararlarını hiçbir baskı olmaksızın aynen benimsediğini ve uygulanması için Başbakan Erbakan tarafından Hükûmet Direktifi yayınlandığını yukarıda açıklamıştık. Ayrıca iktidarın diğer ortağı DYP ve Çiller de 8 yıllık kesintisiz eğitimin tamamen destekçisiydi. Yani RP karşı olsa bile koalisyon ortağı DYP 8 yıllık kesintisiz eğitimin ısrarlı bir savunucusuydu. 

               Lakin bu konu sadece DYP’nin de değil, Meclis’teki diğer partiler olan ANAP, DSP ve DTP’nin de kendi parti programlarına dahil ettikleri bir konuydu. Yani hepsi 8 yıllık eğitime geçilmesini savunuyorlardı. Onlara da “8 yıllık eğitimi parti programınıza alın” diye askerler mi baskı yaptı?

               Bu konuda toplumda en çok kafa bulandırılan konu 8 yıllık eğitimle imam hatip okullarının kapatıldığı konusudur. Bu, kesinlikle gerçek dışı bir söylemdir ve tamamen halkın din duygularını istismara yöneliktir. 28 Şubat döneminde kapatılan tek bir imam hatip okulu yoktur. Gerçek şudur: 8 yıllık kesintisiz eğitime geçince bütün meslek okulları ile Anadolu liselerinin orta kısımları otomatik olarak kapanmıştır. Ama birileri sanki “sadece imam hatip okulları kapatılmış” gibi bir algı yaratarak olayı sunmaktadır. Oysa dediğimiz gibi, bütün meslek ve meslekî teknik okullarının, Anadolu liselerinin orta kısımları kapanmıştır. Tabii bir meslek okulu olarak imam hatip liselerinin orta kısımları da aynı şekilde kapanmıştır.

               İşte imam hatiplerle ilgili gerçek budur.

               Netice itibariyle, 8 yıllık kesintisiz eğitim yasası – belki RP hariç – bütün siyasi partilerin ortak talebidir ve bir ASKERİ KONSEY (!) tarafından değil, Meclis’teki partiler ve mevcut siyasi iktidar tarafından çıkarılmış, milletvekillerinin oyuyla kabul edilmiş, Cumhurbaşkanı tarafından onaylanarak yürürlüğe girmiş bir yasadır.

               Mahkeme kayıtlarında da 8 yıllık kesintisiz eğitimin askerler tarafından çıkarıldığına ya da onların baskısıyla çıktığına ilişkin tek bir iddia yoktur. Yine bu konuda da sanıklara hiçbir soru sorulmamıştır. Eğer iddianameyi hazırlayan Mustafa Bilgili denen ve FETÖ’nün yargı ayağı suçlamasıyla halen yargılanan şahıs bu konuda askerlerin bir dahli olduğuna ilişkin en küçük bir kanıt bulabilseydi, hatta bir duyum dahi alabilseydi hiç kuşkusuz suçlamalarına bunu da eklerdi.

   

İDDİA – 6.      ÜNİVERSİTELERDE BAŞÖRTÜSÜ YASAĞINI ASKERLERİN UYGULADIĞI…

 

               Hemen şunu vurgulayalım ki, aslında 28 Şubat meselesinin en can alıcı noktası, en fazla mağduriyet üretilen, propagandası yapılan konularından biri işte burasıdır. “Askerler başörtüsünü yasakladı, askerler başörtülü öğrencileri üniversitelere almadı, askerler kamuda başörtülü personeli işlerinden attı, askerler Kur’an kurslarını kapattı…” vs..

               Peşin peşin söyleyeyim: Bu iddiaların kesinlikle hiçbiri doğru değildir. El insaf! Onların başörtüsü dediği, ancak geleneksel başörtüsü dışında farklı bir giyim tarzı olan “türban meselesi” 28 Şubat’la mı ortaya çıktı? Hayır! Türbanlı öğrencilerin okullara alınmaması 28 Şubat’la mı başladı? Hayır! Üniversite kökenli bir asker olduğum için biliyorum, 1982 yılında Ayşe A. adında bir sınıf arkadaşım türban taktığı için üniversiteden ayrılmak durumunda kalmıştı. (İsim de verdim, isteyen Hacettepe Üniversitesi kayıtlarına girip bulabilir.) 

               Şimdi şunu hatırlatalım ki okullardaki öğretmen ve öğrencilerin kılık kıyafetleri ile ilgili yönetmelik 1981’de, devlet memurları ve kamu personeli ile yükseköğrenim öğrencilerinin kılık kıyafetiyle ilgili kanun 1982’de yürürlüğe girmiştir. Söz konusu mevzuatta kadın kamu görevlilerinin ve kız öğrencilerin başlarının daima açık, saçlarının taranmış veya toplanmış olarak bulunması hükme bağlanmıştır. O tarihten sonra çeşitli hükümetlerce gerek kamu personelinin gerekse öğrencilerin türban / başörtüsü konusunda bir takım yasal düzenlemelere gidildiyse de istisnasız hepsi ya Danıştay’dan ya da Anayasa Mahkemesinden (AYM) geri dönmüş ve her seferinde türbanın bir “siyasi simge” olduğu kararı çıkmıştır. Yani devletin en yüksek yargı organı AYM türbanı bir siyasi simge olarak tanımlamıştır. AYM’nin bu kararı 1993’te Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne götürülmüş, ama oradan da red kararı çıkmıştır.

               Nitekim Nisan 2001’de dahi AYM’nin 39’ncu kuruluş yıldönümünde kürsüye çıkan AYM Bşk. Mustafa BUMİN, “Okullara ve resmi dairelere türbanla girilmesine hoşgörü gösterilemez. Tüm siyasî partilerin dini, din duygularını veya dince mukaddes sayılan şeyleri istismar etmemeleri ve siyasî çıkarları için kullanmamaları gerekir. Anayasa’nın 153’ncü maddesine göre mahkeme kararlarının bağlayıcılığı göz önüne alındığında, AYM’nin verdiği üç kararı da türban yasağı konusunda bağlayıcıdır.” diye konuşmuştur.

               Dikkatinizi çekerim, bunu söyleyen bir asker değil, ülkemizin en üst yargı kurumunun başındaki kişi… Askerler onun başına da mı silah dayayıp böyle konuşturdular? (Kaldı ki o konuşma 28 Şubat döneminden tam 4 yıl sonra yapılmış bir konuşmadır, 28 Şubat dönemiyle de ilgisi yoktur.)

               Nitekim gerek kamu personelinin gerekse öğrencilerin kılık kıyafeti ile ilgili eski yasal mevzuat ancak Kasım 2012’de yürürlükten kalkmıştır. Yani aslında 2012’ye kadar eski yasalar yürürlüktedir.

               Kamu personeli ve öğrenciler arasında bu yasayı delmeye çalışan gruplar 28 Şubat öncesinde de, 28 Şubat sürecinde de olmuştur. Ancak ne 28 Şubat öncesinde ne 28 Şubat döneminde ne de sonrasında bu sorunun muhatabı TSK değildir. Zira 28 Şubat kararları Başbakan Erbakan tarafından direktif haline getirilip bakanlıklara yayınlanınca buna ilk reaksiyonu İçişleri Bakanlığı göstermiş ve dönemin bakanı Meral Akşener tarafından il valilerine, il emniyet müdürlüklerine, jandarma teşkilatına ve içişlerine bağlı diğer bütün birimlere “ANAYASA ve YASALARIN UYGULANMASINDA UYULACAK USUL VE ESASLAR” başlıklı 9 sayfalık bir genelge gönderilmiştir. Şimdi o genelgeden birkaç pasaj aktaralım:

“Hukuk Devleti olmanın en önemli gereklerinden biri de yürürlükte bulunan yasaların kişi veya zaman ayrımı gözetilmeksizin uygulanması zorunluluğudur. Yasalar var olduğu sürece bunları uygulamaya yetkili kılınmış kamu görevlilerinin, şartlar ne olursa olsun, bunları uygulaması gerekmektedir. (…)

(…) 2596 sayılı Bazı Kisvelerin Giyilmeyeceğine Dair Kanuna aykırı olarak ortaya çıkan ve Türkiye’yi çağ dışı bir görünüme yöneltecek uygulamalar konusunda yasaların öngördüğü tedbirler Anayasa Mahkemesinin bu konudaki kararları istikametinde alınmalıdır. Bu tedbirlerin özellikle kamu kurum ve kuruluşlarında titizlikle uygulanması sağlanmalıdır.”

 

               Bu ifadelerden sonra söz konusu Genelge’nin ekinde belirlenen 16 maddelik “Çalışma Programı”nın 11’nci maddesi şöyledir:

“11. Kıyafet Kanununa aykırı uygulamalara mani olunması, taviz verilmeden uygulama yapılması”   

              Görüldüğü gibi, kılık kıyafet yasasına uyulması ve bu konuda AYM’nin kararları doğrultusunda tedbir alınmasını “emreden” İçişleri Bakanlığıdır; emrin altında Sıkıyönetim Komutanının değil, siyasî bir kişinin, yani İçişleri Bakanı’nın imzası vardır. Bu emri uygulayan da TSK’nın ordu komutanları ve onlara bağlı askerler değil, İçişleri Bakanlığının valileri, kaymakamları ve onlara bağlı polis ve jandarma güçleridir.

               Hal böyleyken yok efendim askerler başörtüsünü yasakladı, okullara öğrencilerin başörtülü girmelerini engelledi şeklindeki bütün bilgi ve haberler tamamen mütedeyyin kitleleri tahrik etmek ve bu kitleler ile TSK’nın arasını açmak amacına yönelikti(r) ve gerçek dışıdır.

               Nitekim 28 Şubat duruşmalarına “tanık” sıfatıyla gelen Mesut Yılmaz’a bir müşteki avukatı benzer serzenişte bulunarak “kamu kurumları ile üniversitelere başörtülü bacıların alınmadığını” söyleyince Mesut Yılmaz’ın yanıtı aynen şöyle olmuştur: “Peki, bunun buradaki sanıklarla ne alâkası var? Buradaki sanıklar asker kişiler… Yasaları bunlar mı çıkarıyor? Hayır, yasaları TBMM çıkarıyor. O zaman bu soruyu askerlere değil, biz siyasetçilere sorun! Bunun sorumluluğu bizimdir, askerlerin değil!”

               Öte yandan askerlerin “türban” konusunda “katı” bir tutum sergiledikleri doğrudur. Ancak bu tutum TSK personeline ve kışlalara yöneliktir. Söz konusu katılığın temelinde yatan neden ise gerek Danıştay’ın gerekse Anayasa Mahkemesi’nin türbanı geleneksel giyim tarzı olan başörtüsünden ayrı görmesi ve ideolojik bir obje olarak tanımlamasıdır. “Devletin en yüksek yargı organı bunu siyasal bir simge olarak tanımlıyorsa, o halde askeri bölgelere ya da kışlalara ne TSK personelinin ne de bir başkasının siyasi simge ile girmesine izin verilemez” anlayışı Komuta Katının temel yaklaşımı olmuştur (ki zaten askerî yasalar da bunu emretmektedir).

               Ne var ki bu konuda bazı yanlış değerlendirmelerin yaşandığı da bir vakıadır. Maalesef bazı komutanlıklarca Anadolu insanımızın geleneksel örtünme biçiminin de “türban” kapsamında değerlendirildiği ve o nedenle örneğin evlatlarının ziyaretine ya da yemin törenine gelen asker ailelerine kışlalara girişte bazı zorluklar çıkarıldığı da bir gerçektir. Emirlerin farklı algılanması bazen ifrata kaçılan uygulamalara yol açmıştır. Tabii bir kısım dinci – İslâmcı çevreler söz konusu olumsuzlukları hemen “TSK’da komutanların dinsiz olduğu” propagandalarına dönüştürmüşler ve bir kısım insanımızı etkilemeyi başarmışlardır.

               Oysa askerî öğrenciliğimden albaylığa kadar TSK’da bulunduğum süre içinde dinsiz tek bir komutana dahi rastlamadığımı özellikle vurgulamak isterim.

               Neyse, bu konuda son olarak, 28 Şubat duruşmaları sırasında da mahkeme heyetinin “sanık askerlere” (!) kamu personelinin ve / veya üniversite öğrencilerinin kılık kıyafeti konusunda tek bir suçlama bile yöneltmediğini de ekleyerek başörtüsü meselesini kapatalım.

 

İDDİA – 7.      ASKERLERİN KUR’AN KURSLARINI KAPATTIĞI…

 

             Şimdi bir de şu Kur’an kursları meselesine gelelim… “28 Şubat’ta askerlerin Kur’an kurslarını kapattığı” iddiası ne yazık ki çok yaygındır ve bu propaganda oldukça etkili de olmuştur. Tamamen gerçek dışı olan bu propaganda toplumun din duygularını manipüle etmeye, mütedeyyin insanlarımızı tahrik etmeye yöneliktir. Oysa altını çizerek vurgulamak isterim ki ne 28 Şubat öncesinde ne 28 Şubat döneminde ne de sonrasında yasal çerçevede açılan tek bir Kur’an Kursu bile kapatılmamıştır.

               Peki, kapatılan Kur’an kursları olduğunu da biliyoruz. Onlara ne demeli?  

               O konuda yine İçişleri Bakanlığı Genelgesine göz atalım: Bakın valiliklere gönderilen o 9 sayfalık genelgede neler söyleniyor, neler emrediliyor:

“(…) bazı tarikatların veya dini grupların yasal olmayan yollardan ve bazen dernek, bazen vakıf adı altında, görünüşte Kur’an kursları açtıkları ihbarları Bakanlığımıza intikal etmektedir. Bu dernek veya vakıflarca dini duyguları istismar edici, bölücü ve yıkıcı faaliyetler yürütülebileceği, ayrıca ehliyetsiz kişilerin menfaat temini amacıyla bu tür işlere girebileceği hususları da göz önünde bulundurulmalıdır.

   Bu bağlamda, devletin gözetim ve denetiminde sağlıklı biçimde din eğitiminin, dolayısıyla Kur’an öğretiminin yapılmasında milli birliğimiz ve bütünlüğümüz açısından zaruret olduğu düşünülmektedir.

   Yukarıda açıklanan nedenlerle, Diyanet İşleri Başkanlığı ve dolayısıyla il müftülüklerinin yönetim ve denetimi dışında açılmış olan Kur’an kurslarının bulunup bulunmadığı konusunda bir durum tespiti yapılarak, böyle açılmış Kur’an kurslarının bulunması halinde derhal kapatılarak ilgilileri hakkında yasal takibata girişilmesi gerekmektedir.”

               Bu ifadelerden sonra Genelge’nin ekindeki 16 maddelik “Çalışma Programı”nın 3’ncü maddesi şöyledir:

 

3. Diyanet İşleri Başkanlığı kontrolünde açılmamış Kur’an kurslarının tespit edilerek faaliyetlerine son verilmesi…

 

               Gördünüz mü neymiş? Siyasi dincilerin yıllardır her fırsatta samimi dindar vatandaşlarımızın din duygularını tahrik etmek amacıyla yaydıkları propagandalara baktığınızda sanırsınız ki “28 Şubat’ta darbe yapıp iktidarı ele geçiren Askeri Konsey” (!) emirler yağdırıp Kur’an Kurslarını kapatıp vatandaşın din eğitimini engellemiş… Oysa asla böyle bir durum yok! Ortada ne askeri konsey var ne askerî yönetim ne de askerî emirler… Sadece REFAHYOL Hükûmetinin, yani siyasi iktidarın mülki âmirlere verdiği emirler var. Ve o emirlerde de Kur’an kurslarının kapatılması değil, bir takım tarikat ve cemaatlerin kendi kafalarına göre izinsiz ve kontrolden uzak açtıkları kursların kapatılmasından söz edilmektedir. Yoksa yukarıda da değindiğimiz gibi, Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde yasalar çerçevesinde açılmış ve usulüne uygun faaliyet yürüten tek bir Kur’an kursu kapatılmamıştır.  

               Nitekim 28 Şubat Davasında yargılanan askerlerin hiçbirine Kur’an kurslarını kapatmak, vatandaşın dini öğrenmesini kısıtlamak ya da din eğitimini engellemek gibi bir suçlama yapılmamış, bu konuda tek bir soru bile sorulmamıştır.

 

İDDİA – 8.      28 ŞUBAT’TA ORDUDAN ATILANLARIN DARBEYE DESTEK VERMEYENLER OLDUĞU…

 

               İşte 15 Temmuz konusunda en büyük kandırmacalardan biri de bu… Neymiş? Sözde 28 Şubat döneminde ordudan atılanlar darbeye engel olacaklarmış da ondan atılmışlarmış. Üstelik atılan subay – astsubayın sayısı da “on binlerce” imiş.

               Şimdi önce şunları bilelim: TSK’dan personel çıkarma işlemlerinin hangi yasal prosedüre göre yürütüleceği bellidir. TSK’da Yüksek Askerî Şûra’nın (YAŞ) görev kapsamına giren durumlar da yine Personel Kanunu’nda belirlenmiş ve hatta “emredilmiştir”. YAŞ her ne kadar TSK’daki bütün orgenerallerden oluşan en yüksek karar birimi olsa da, komutanlar orada bile kendi başlarına bir personeli ihraç edemezler, “ben seni ordudan attım” diyemezler. Onlar sadece karar alırlar. Kararın yürürlüğe sokulması Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Milli Savunma Bakanı’nın da imzaladığı Üçlü Kararname ile olur. Yani TSK’dan ihraç edilen kişilerin ihraç kararlarının altında siyasi iktidarın başındakilerin imzası vardır. Başka bir deyişle, “Başbakan şerh düşmüş, onaylamamış” vs. lafları sadece lafügüzaftır. Gerek 28 Şubat döneminde, gerek öncesinde gerek sonrasında TSK’dan ihraç edilen bütün personelin ihraç kararında ilgili başbakanların, yani siyasi iradenin imzası bulunur.

               28 Şubat davası aslında TSK’dan ihraç edilenler konusunda çok önemli bir bilgi kaynağı oluşturmuştur. Zira TSK’dan atılanların bir kısmı davada müşteki olmak için dilekçe vermişlerdi. Savcılık bunların bir kısmının dilekçelerini kabul ederken, Genelkurmay Başkanlığına da yazı yazıp bu kişilerin ihraç dosyalarını, yani Yüksek Askerî Şûra (YAŞ) kararlarını da istemiş. Bunların hepsi dosyalarda var. Şimdi buna ilişkin bazı bilgileri paylaşmak istiyorum.

  1. “28 Şubat döneminde TSK’dan on binlerce kişi atıldı” ifadesi tam anlamıyla toplumu yanıltmaya dönük bir propagandadır. Dosyalar üzerinde tek tek yaptığımız incelemelerde 1990 ve 2009 yılları arasındaki 20 yılda TSK’dan ihraç edilen personel sayısının 1539 kişi olduğu görülmektedir.

  2. Zaman aralığını 28 Şubat sürecini kapsayacak şekilde biraz daralttığımızda, örneğin 1996 – 1999 yıllarına baktığımızda, atılan personel sayısı 746 kişiye düşmektedir. Yani birilerinin “28 Şubat döneminde on binlerce subay – astsubay ordudan atıldı” diye yaptıkları propagandalarda gerçek sayı 746’dır.

  3. Yüksek Askerî Şûra (YAŞ) kararları itibariyle 28 Şubat sürecinde ihraç edilen bu 746 personelin ihraç gerekçeleri şöyledir:

               –             232’si Fethullah Gülen Nur Cemaati üyeliğinden,

               –             410’u çeşitli dini cemaat, tarikat ve siyaset bağlantıları nedeniyle, (Nakşibendilik, Süleymancılık, Nurculuk, Işıkçılık, Hizbullahçılık, İslâmi Devrim taraftarlığı vb. yaklaşık 10 farklı grup)

               –             19’u PKK yandaşlığı ya da sempatizanlığı nedeniyle,

               –             25’i çete, uyuşturucu vb. bağlantıları nedeniyle disiplinsizlikten,

               –             9’u aşırı sol örgüt üyeliği ya da sempatizanı olmak gerekçesiyle,

               –             51’i diğer nedenler.

       d. Alanı biraz daha daraltıp 1996’ya baktığımızda atılanların sayısının yaklaşık 160, 28 Şubat kararlarının alındığı 1997 yılında ise bu sayının 250 civarında olduğu görülmektedir. Üstelik her iki grupta da binbaşı – yarbay ve albay (yani üst subay) rütbesindeki personel sayısı ise iki elin parmaklarını geçmez.

               Şimdi soruyorum: Emrinde doğru dürüst askeri olmayan, birliği olmayan, gücü olmayan, silahı olmayan çoğu astsubay, uzman çavuş rütbelerine sahip bu insanlar mı 28 Şubat’ta darbeyi önleyecekti? İşin garibi 1997’de atılan yaklaşık 250 kişinin tamamı 28 Şubat’tan sonra, yani Mayıs – Aralık 1997 arası ihraç edilmiş. Yani 28 Şubat sözde darbeyse bunlar niye o zaman önlememişler?

               Dolayısıyla “28 Şubat’ta darbeyi engelleyecekleri için komutanlar bu insanları ordudan ihraç ettiler” iddiası da tam anlamıyla tarikat – cemaat masalından başka bir şey değildir. Hiçbir gerçekliği yoktur. Atılan adamlar kendilerini hem matah bir şeymiş gibi göstermek hem de gerçek kimliklerini / aidiyetlerini saklamak amacıyla (onları da siz bilin) böyle bir yalana sarılmaktadırlar.

         e. Öte yandan AKP iktidarı ile birlikte TSK’dan tarikat – cemaat bağlantıları nedeniyle ihraçlar neredeyse durmuştur; 2003 – 2009 yıllarını kapsayan 7 yılda ihraç edilen personel sayısı 79’dur. Yani ortalama yılda 11 kişi bile değil. (Ki onların da neredeyse hiç biri cemaat tarikat bağlantısı nedeniyle değil, çeşitli disiplinsizlik olayları nedeniyledir.)  

               Şimdi kalkmış “15 Temmuz’u yapanlar 28 Şubat’ta orduya alındı” diye propagandalara sarılıyorlar. Tamamen uydurma, tamamen yandaşları avutmaya ve oyalamaya yönelik masal!

               Tabii aslında bu propagandaları yaymaya çalışanların en büyük çabasının 15 Temmuz’da kendi rolünü aklamaya dönük olduğunu biliyoruz. 15 Temmuz ihanetinin faillerini mi arıyorsunuz? Söyleyeyim: O kalkışmanın asıl müsebbibi 28 Şubat dönemini kapsayan 1996 – 1999 yılları arasında 232 FETÖ’cü ordudan atılırken, tespit edilebilen cemaat – tarikat mensupları hakkında derhal işlem yapılırken 2003’ten itibaren tek bir FETÖ’cünün bile atılmasına izin vermeyen, aksine bu adamların ÖSYM sınavlarıyla vs. TSK içine sızmasına ve sürekli palazlanmasına göz yuman ve FETÖ’ye “ne istediler de vermedik” diyen siyasi iktidarlardır. Nitekim 15 Temmuz ihanet kalkışmasında rol alan generallerin kaçta kaçının 2002’den sonra terfi ettirildiklerine bakılırsa durum zaten anlaşılır.              

               Bu konuda başka yorum yapmayacağım.

 

İDDİA – 9.      ASKERLERİN 28 ŞUBAT’TA FETÖ’YE DOKUNMADIĞI…

 

               Ve nihayet bazı çevreler “Askerler 28 Şubat’ta her istediklerini yaptılar, ama FETÖ’nün ne medyasına, ne okuluna, ne yurduna, ne dershanesine dokunmadılar.” diyorlar.

               Yukarıda da bir nebze değindiğimiz gibi, bu tür demagojik iddialara bugüne kadar biri çıkıp doğru dürüst yanıt vermediği ya da yanıtlansa bile görmezden gelindiği ve / veya kamuoyunun 28 Şubat konusunda bilgilenmesi bilinçli bir şekilde önlendiği için iddia sahipleri akıllarına estiği gibi insanları doldurmakta bir sıkıntı çekmiyorlar.

               Şimdi bu iddiaya yanıt vermeden önce şu hatırlatmayı yapalım: 28 Şubat döneminde FETÖ diye bir örgüt yoktu; o tarihte bu adamlar “Fethullah Gülen Nur Cemaati” diye biliniyordu, terör örgütü olarak tanımlanmıyorlardı. TSK bunları o tarihte “tarikat, irticai örgüt, irticai unsur” diye tanımlarken, başta ülke siyasetinin en tepesindeki cumhurbaşkanı – başbakan – bakan seviyesindeki isimleri olmak üzere her kesimden koca koca unvanlara sahip zat-ı muhteremler (tanınmış gazeteciler, yazarlar, sözde profesör seviyesinde bilim insanları, sanatçılar, holding sahibi iş adamları vs.) bu adamlara kol kanat germek için çırpınıyor, her türlü desteği sağlıyordu. Örgütün bankasını bile şaşaalı törenlerle siyasetin ve devlet yönetiminin en tepe noktasında olan zat-ı muhteremler yaptılar.    

               Hal böyleyken, o süreçte ülkenin iç güvenliğinden sorumlu kurumlar (Genelkurmay, MİT ve Emniyet) devletin en tepesindeki zatları uyarmak için bazı girişimlerde bulunmuşlardı. Örneğin Genelkurmay Başkanlığı henüz 28 Şubat kararları alınmadan bile önce, 17 Ocak 1997’de Cumhurbaşkanı’na verdiği brifingde Milli Eğitim Bakanı Mehmet SAĞLAM’ın Fethullah Gülen’in desteği ile o makama geldiğini vurgulayıp şu açıklamayı yapmıştı:

 

“(…) yurtiçinde ve yurtdışında açtıkları, kurdukları ve/veya denetledikleri Kur’an kursu, dershane, okul ve üniversiteler vasıtasıyla yoğun, yaygın ve etkili bir eğitim çalışması yürüten irticai unsurlar, kendine özgü eğitim olanakları yaratmakta, bilinçli olarak kamu yönetimi alanında spesifik hedeflere göre adam yetiştirmekte, yurt ve pansiyonlar ağı sayesinde barınma olanağı sağlamakta, öğrencilere önemli miktarda burs, harçlık, eğitim araç ve gereçleri temin etmektedir.

   Bu çerçevede sadece Fethullah Gülen’e ait yurtiçinde ve yurtdışında toplam 448 yurt, 346 dersane, 181 okul ve 3 özel üniversite bulunmaktadır.”

               Bu brifingden yaklaşık 2 ay sonra yukarıda değinildiği üzere İçişleri Bakanlığı’nca valiliklere ve emniyet birimlerine gönderilen Genelgede “Öğrenci Yurtları ile Benzeri Kurumların Açılması, İşletilmesi ve Denetlenmesi Hakkında Yönetmelik”in 51’inci maddesi hatırlatılarak, özellikle tarikat ve cemaatlerin okul, yurt ve dershanelerinin yakından izlenmesi ve söz konusu yurtlarda dinin veya dini hissiyatın veya dince mukaddes sayılan şeylerin alet edildiğinin tespiti halinde kapatılması gerektiği emrediliyordu.  

               Ayrıca, söz konusu Genelgede;

  1. Özellikle öğrencilerimizin yıkıcı, bölücü ve irticai yayınlardan korunması açısından çeşitli örgütlerce legal veya illegal yoldan ülkemize sokulan video ve ses kasetlerinin yurtlara sokulmaması için yurt yöneticilerinin uyarılması ve bu yayınların yurtların dahilinde okunmasının engellenmesi,

 

      b. İl dahilinde faaliyette bulunan matbaalarda basılan her türlü yıkıcı, bölücü ve irticai yayınların araştırılmasının titizlikle yapılarak, suç unsuru ihtiva edenlerin zamanında Cumhuriyet Başsavcılıklarına intikal ettirilmesi,

     c. Vali ve kaymakamlarımız ile belediye başkanlarımızca yapılacak ilk defa memuriyete giriş atamalarında, irticai nitelikte ve bölücü kişilerin kamu kurum ve kuruluşlarına sızmalarını önlemek için gereken titizliğin gösterilmesi gibi hususların da altı çiziliyordu.  

 

Ayrıca aynı genelgenin ekinde yer alan Çalışma Programında da “Özel yurt ve vakıf okullarının denetim altına alınması, kanuna uygun olmayanların kapatılması ve sorumlular hakkında işlem yapılması” ve “Men edilmiş tarikatların ve 677 sayılı Kanunda belirtilen tüm unsurların faaliyetlerine son verilmesi” buyurulmaktaydı.

               Öte yandan – 28 Şubat’ın üzerinden tam 1 yıl geçtikten sonra Genelkurmay Başkanlığı tarafından hazırlanan ve yine dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e 17 Mart 1998 tarihinde verilen “İrtica Ne Durumdadır?” başlıklı brifingde ise Fethullah Gülen cemaati hakkında şu ifadelerin kullanıldığını görüyoruz:

–      “İrticai kesim tarafından kontrol edilen 584 özel okulun büyük bir kısmının tarikatlara mensup şahıs, şirket veya vakıflar tarafından işletildiği, bu okullarda irticai faaliyet tespit edildiği;   45 fen lisesinin de bu kesimin kontrolünde olduğu, bu okullarda sözde “altın nesil” yetiştirme adı altında başta Harp Okulları olmak üzere kritik üniversitelere girmeye aday tarikat müritleri yetiştirildiği, 5000’e yaklaşan dershane ve kursun da bu kesime ait olduğu, eğitim alanında faaliyet gösteren en önemli tarikatın Fethullah GÜLEN tarikatı olduğu,

 

–      Gülen’in hedefinin “okullarında beyinlerini yıkadığı gençlikle oluşturacağı toplum vasıtasıyla lâik, demokratik ve sosyal hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’ni sona erdirip yerine şer’i yasaların hakim olduğu İslâm devletini kurmak” olduğu,

–      Fethullah GÜLEN tarikatının yurt içinde 182 okulu, 300 dershanesi ve 25 bin kapasiteli 240 yurt ve pansiyonunun mevcut olduğu,

–      Fethullahçıların Türkiye’de gerçekleştirilmesi hedeflenen İslâm devletine uluslararası destek sağlamak amacıyla yurt dışında okul açma atağı başlattıkları, özelikle de Orta Asya’da okullar açtıkları, bu çerçevede 52 ülkede 6 üniversite, 236 ilkokul ve orta dereceli okul, 6 dershane olmak üzere toplam 248 okul / dershane ve 21 öğrenci yurdu açıldığı, bu okullarda 3 bini yabancı olmak üzere, 7 bin eğitici / idarecinin görev yaptığı, önümüzdeki 5 yıl içinde 500 orta dereceli, 50 üniversite açılmasını hedefledikleri,

–      Fethullah GÜLEN’in eğitim alanındaki bu yatırımlarının toplam değerinin 350 trilyon TL olduğu,

–      GÜLEN’in çizilen “Hoşgörü” ve “Barış” tablolarıyla bazı devlet çevrelerini etkilediği, GÜLEN’in faaliyetlerine devletin destek verdiği imajını çizmesinin takiye olduğu, oysa Cumhuriyet dönemine “Kefere düzeni” diyen Fethullahçıların bugün bu düzenin devamlılığını ister görünerek bazı kesimleri de davranışlarına inandırabildikleri, “Devlet içinde Devlet” faaliyetleri icra eden Fethullahçıların tarikat okullarının Milli Eğitime alternatif bir anlayışla yönetildikleri, okullarında idareci dahil tüm personelin tarikat tarafından tayin edildiği ve maaşlarının kendi kıstaslarına göre belirlendiği, irticai kesimin İslâm Devletine ulaşıldığında gerekli olacak kadroları yetiştirmek ve devlete sızmayı amaçladıkları,

–      “Bürokrasiye hakim olan devlete hakim olur” prensibini uygulayan Fethullah GÜLEN Nurcu tarikatında yer alan bazı bürokratların Hazine Müsteşarlığının Teşvik ve Uygulama Genel Müdürlüğü ile Yabancı Sermaye Genel Müdürlüğü gibi icra birimlerinde örgütlenerek, irticayı destekleyen sermayeye teşvik verilmesini sağladıkları, bu kesimlerin devlet imkânlarıyla büyüyüp gelişmesine ön ayak oldukları, ayrıca, Maliye Bakanlığı Gelirler Genel Müdürlüğünde de örgütlenerek irticai firmaların mali denetimlerini istedikleri şekilde engelledikleri,

–      TCK’nın 141, 142 ve 163’üncü maddelerinin kaldırılmasıyla oluşan liberal ortamın özel yayıncılığı geliştirmesiyle radikal söylemlere fırsat yaratıldığı, bu ortamdan istifadeyle 224 radyodan 124’ünün, 60 televizyondan 41’inin irticai yönde yayın yaptığı, bu hali ile irticai kesimin Türkiye nüfusunun %90’una televizyon ve radyo yoluyla ulaşabildikleri,

–      Samanyolu, Mesaj ve Kanal-7 gibi televizyonların irticaya destek verdikleri, ayrıca Türkiye genelinde mevcut 7.650 gazete ve derginin %70’inin irticai nitelik taşıdığı, Türkiye’de çocuklara yönelik yayın yapan basımevlerinin önemli bir bölümünün irticai kesime ait olduğu, yayınlanan kitaplarının bir kısmının Milli Eğitim Bakanlığınca tavsiye edilen yayınlar içinde yer aldığı,

–      İrticanın Türk Silahlı Kuvvetlerine sızmak için tarikatlar aracılığıyla askeri okul ve birliklere sızma girişimleri yapıldığı, irticai faaliyetleri sebebiyle YAŞ kararıyla ordudan atılan personel konusunun istismar edilerek, Türk Silahlı Kuvvetlerinin din düşmanı bir kurum olarak ilan edildiği,

–      Özellikle Fethullah GÜLEN Nurcu tarikatının da Türk Silahlı Kuvvetlerine sızma girişimlerinde bulunduğu, GÜLEN tarikatına ait yurt dışındaki okulların açılış törenlerine özellikle emekli generallerin davet edilerek Türk Silahlı Kuvvetlerine yakınlaşma gayretleri sarf edildiği,

–      GÜLEN Nurcu tarikatı tarafından, Silahlı Kuvvetler içerisinde yapılanabilmek ve ileride etkinliğe kavuşabilmek amacıyla yeni projeler üretilmeye başlandığı, bu çerçevede askeri okullarda okuyan öğrencilerin öncelikli hedef olarak belirlendiği, kültür düzeyi yüksek tarikat mensubu ve türban takmayan kadınların askeri öğrencilerle tanışmaları ve evlenmelerinin sağlanabilmesi için gerekli vasatı oluşturacak bir yapılanmaya gidildiği; anılan kesim tarafından bu yöntemle “10 yıla kadar bir sürede Silahlı Kuvvetler içerisinde tarikat olarak söz sahibi bir konuma gelebilecekleri” şeklinde değerlendirmeler yapıldığı vurgulanmıştır.

 

               İşte “28 Şubat’ta askerlerin Fethullah Gülen cemaatine destek verdiğini” söyleyenlere bu yanıtlar yeterlidir sanıyorum. Yukarıda dediğim gibi, bu sözler 1998 yılı başlarında söylenmiştir. Asker daha ne desin, ne yapsın? Oysa TSK o dönemde ısrarla tarikat ve cemaatlerin oluşturduğu tehlikeye dikkat çekerken başta Fethullah olmak üzere onunla dirsek temasında olup birbirini koruyup kollayan bazı çevrelerin “irtica abartılıyor” sloganı ile olayı nasıl basite indirgediklerini biliyoruz.

               Şimdi hal böyle olunca iddia sahiplerine sormak istiyorum: 28 Şubat’ta TSK Meclis’i feshetti, yönetime el koydu, sıkıyönetim ilan etti de Fethullah’a ait yurtları, dernekleri, kursları, matbalaarı, televizyonları mı kapatmadı? Yetki ve otorite ondaydı da görevini mi yapmadı? Hayır, yetki de, otorite de sivil iktidarda ve ona bağlı mülki makamlarda – yani vali ve kaymakamlarda veya ilgili kurumların müdür – genel müdürlerindeydi. İçişleri Bakanlığı’nın görevlendirdiği vali ve kaymakamlar Fethullah’la bağlantıları yerleri kapattılar da asker mi engel oldu? “Kardeşim, burası Fethullah Hocaefendi’nin okuludur, burayı kapatamazsın” mı dediler? Bilakis, askerler mülki makamların bu konuya yeterli duyarlılığın gösterilmediğini sürekli haykırıp durdular.

               Sonra da birileri çıkıp “asker FETÖ’nün televizyonuna, radyosuna, dershanesine dokunmadı” diye milletin kafasını bulandırmanın peşindeler.

               Ona dokunacak olanlar sivil siyasetti… Ama tantanalı gösterilerle Fethullah Gülen’in bankalarını açanlar, devletin darphanesinde onun adına para basanlar, bilmem hangi cemiyetin düzenlediği törende onu ayakta karşılayanlar, her lafını ayakta alkışlayanlar, birlikte salya sümük ağlayanlar, onunla fotoğraf çektirmek için kuyruğa girenler, çocuklarını Gülen’in cemaat okullarında okutanlar, icazet almak için ta ABD’ye gidip sümüklü mendilinde keramet arayanlar, “Hoca Efendi çağımızın âlî bir din âlimidir, ona terörist demek alçaklıktır” diyenler, onu yargılamaya kalkan savcıların – hâkimlerin önünü kesenler vs. zaten o siyasetçiler değil miydi?

               Yani “ne istediler de vermedik?” diyen sadece Erdoğan değildi; o dönemde de başta siyaset kurumu olmak üzere neredeyse Nurcusuyla, Nakşibendisiyle, Süleymancısıyla, cübbelisiyle – cübbesiziyle bütün tarikat ve cemaatler ile, sözüm ona kendisini “dindar / muhafazakâr” sayan bütün kesimler Gülen’i kanatlarının altına almış, sarıp sarmalıyor, koruyup kolluyordu. Hatta ve hatta “entel liboş” diye isim takılan liberal demokrat, ikinci Cumhuriyetçi, sol demokrat vb. gruplar bile Gülen’e toz kondurmuyorlardı.   

               İşte 28 Şubat’ta askerlerin FETÖ’ye dokunmadığını söyleyenler önce dönüp aynaya baksınlar. Fethullah Gülen o süreci en az zararla atlatabildiyse bunun sebebi Fethullah’a laf söyletmeyen kendileridir.

               Bu konuda son olarak şunu da vurgulamak isterim ki, Fethullahçılar 28 Şubat’ta çok mesut ve mutlu idiyse neden Fethullah Hazretleri o süreçte ülkeyi terk edip kaçıp gitti? Neden Bülent Arınç Hazretleri “Hoca Efendi’nin şüphesiz 28 Şubat döneminde çok büyük sıkıntıları oldu. O zorlu süreçte Amerika’ya gitmek zorunda kaldı” diye açıklama yaparak Hoca Efendisinin kaçışından 28 Şubat’ı sorumlu tuttu? Yine, Hoca Efendisinin çok yakınlarında bulunan ve Zaman gazetesinin başyazarlarından Fehmi Koru Efendi niye “28 Şubat’ta cemaatin kimyası bozuldu, Gülen cemaati 28 Şubat’tan yarar değil, zarar gören bir durumdaydı.” diye açıklama yaptı?

 

               SONUÇ:

               28 Şubat meselesi son 20 yıldır “dinci / İslâmcı” kesimlerin en çok nemalandığı konulardan biri olmuştur. Bugüne kadar bin türlü uydurma bilgi ile toplumun din konusundaki hassasiyetini istismar edip geniş kitleleri etkilemeyi başardılar ki bunlar arasında ne yazık ki “aydın” geçinen demokratlar, sosyal demokratlar, sosyalistler vs. de var.

               Üstelik bu dinci / İslâmcı çevrelerin uydurma iddiaları bu kadar da değil, yelpaze çok daha geniş… Örneğin 28 Şubat döneminde bir anda ortaya çıkıveren Aczmendilerin, Fadime Şahin ve Ali Kalkancı gibi şahısların sırf irtica tehlikesi varmış algısı yaratmak için askerler tarafından kullanıldığı ve aralarında askerlerin de olduğu; Sincan’da tankların darbe için yürütüldüğü, Çevik Bir’in sözde darbeye icazet için Amerika’ya gittiği ve “balans ayarı yaptık” sözü, Batı Çalışma Grubu’nun (BÇG) mütedeyyin insanları fişlemek üzere yasadışı olarak kurulmuş bir cunta yapılanması olduğu, 28 Şubat döneminde bankalara yerleştirilen generaller aracılığıyla bankaların içlerinin boşaltıldığı ve ülkenin milyarlarca lira zarara uğratıldığı vb. gibi daha birçok hayal mahsulü iddia ile kamuoyunun kafasını bulandırdılar, etkilediler, yandaş edindiler.

               Birileri çıkıp bunlara doğru dürüst cevap vermeyince (ki ne yazık ki bu bizim askerî cenahın hatasıdır) ya da cevap verilse bile medya bu bilgileri kamudan sakladığı için toplumun çok geniş kesimleri dinci / İslâmcı çevrelerin iddialarının etkisinde kaldı.

               15 Temmuz ihanet kalkışmasından sonra bunu bile 28 Şubat’ın üstüne atmaya kalktılar.

               Bu konuda – şimdilik – şunun altını çizerek vurgulamak istiyorum. 

               15 Temmuz’u 28 Şubat’ın üstüne yıkmaya çalışanlar, FETÖ’yle kendi işbirliklerini ve ülkenin 15 Temmuz’a gelip 250 vatandaşımızın yaşamını kaybetmesinde kendi rollerini örtmeye, saklamaya çalışanlardır.

               Olay bu kadar net, açık ve berraktır.   

               Yazımızı, 28 Şubat süreci ve 28 Şubat Davası hakkındaki şu kişisel tespit ve değerlendirmelerimle sonlandırmak istiyorum:

  1. 28 Şubat kesinlikle bir askerî darbe değildir, darbe ve / veya darbecilikle hiçbir ilgisi yoktur.

  2. 28 Şubat, Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığının, gericiliğin, dini cehaletin, din istismarcılığı yaparak yürütülen tarikat ve cemaat örgütlenmesinin, yüce dinimizi siyasete alet etmenin Türkiye’yi nerelere sürükleyeceğinin tam 22 yıl önce TSK (ve devletin diğer ilgili güvenlik kurumları) tarafından tespit edildiğinin kanıtıdır.

  3. 28 Şubat, başta FETÖ olmak üzere bugünkü IŞİD (DAEŞ) ve benzeri köktendinci terör tehlikesine tam 22 yıl önce dikkat çekildiğinin resmidir.

      ç.  28 Şubat, meseleyi sanki kadınların başörtüsü meselesiymiş gibi göstererek özü toplumdan saklanan bir siyasi rant ve ayrıca devletin rejimi ile cumhuriyetin değerlerine karşı açılmış savaş meselesidir.

d. 28 Şubat, siyasilerin kendi şahsi çıkarları, iktidar hesapları ve hırsları ile askerler üzerinden iktidarı kapma sevdası ve savaşıdır.

e. 28 Şubat suçlaması, siyasilerin kendi beceriksizliklerini, başarısızlıklarını, hatta yanlışlarını örtmek için suçu askerlerin üzerine atma kolaycılığına, daha doğrusu “gaflet ve dalaletine” düşmelerinin bir başka biçimidir.

               Şurası bir gerçektir ki, bundan tam 22 yıl önce MGK’da alınan ve hükümetçe de aynen benimsenip kabul edilen o kararlar eğer istismar edilmeseydi, sulandırılmasaydı, sonradan gelen hükûmetlerce (siyasilerce) gereği gibi uygulanıp takip edilseydi bugün kesinlikle 15 Temmuz ihaneti de, FETÖ belâsı da yaşanmazdı.

 

                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                   Alican TÜRK 

     

BU ALANA REKLAM VEREBİLİRSİNİZ
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.